BIR GUN HERKES 15 DAKIKALIGINA BURAYA MOTTO YAZACAK /JUNE 2010

"fenomensin lan sen!"

27 Şubat 2010 Cumartesi

fasülyeden aşklar

[ the soul kitchen iftiharla takdim eder.. blog aleminin efsunlu masalcısı eliza'dan kısacık ama nasıl da parıltılı bir aşkk öyküsü.. yanında fasülye ile servis etti blogumuza soul kitchen'da fırından taze çıktıı.. elizam teveccüh ettin binbir teşekkürler sana.. evet uzatmadan "eliza'yı mutfakta yakaladık" diyor ve kaçıyoreee.. buyrun ]

Kadın o gün işten erken çıktı. Yolda süpermarkete uğradı, yağsız süt, müsli, taze meyve, diyet kola, kepek ekmeği, peynir, yoğurt ve salata malzemesinden mütevellit basit ve klasik, formuna dikkat eden genç kadın alışverişinin dışında, farklı sebzeler, tavuk budu ve pirinç de aldı. İstanbul trafiğinde boğuşurken dahi sinirlenmeden, yağmur damlalarından bile keyif alarak evine geldi.

Ellerini yıkayıp alıp üstüne bir eşofman geçirdi, uzun saçlarını tepede topladı. Albüm seçmekle uğraşamadı, akvaryum görüntülü Digiturk kanallarından soul ve smooth jazz çalan birine rastgele basıverdi. Bir kadeh kırmızı şarap koydu kendine dünden kalan şişeden, bir sigara yaktı, salondaki Josephine koltukta bacaklarını uzatıp gözlerini kapattı.
Evinin dinginliğinde yarım saatte dinlenmiş, yenilenmiş, keyfi iyice yerine gelmişti. Akşam iş çıkışı ona geleceğini söyleyen sevgilisi için genelde geçiştirdikleri gibi peynir-şarap-baget ekmek-füme etle yetinmemeye, güzel bir yemek hazırlamaya karar vermişti. Öyle beylik erkek dünyası öğretilerinden değil, kendisinden ve tanıdığı gustosu kuvvetli herkesten bilirdi ki, sadece erkeğin değil, tüm insanların kalbine giden yolun bazı dönemeçleri midesinden geçerdi, ve herkes kendisi için emekle hazırlanmış bir sofradan mutluluk duyardı.
Ufak tefek tadımlıklar dışında ilk kez onun için yemek pişirecekti, önünde birkaç saat vardı, hafiften heyecanlandı. Sigarası bitince yerinden kalktı, Aretha Franklin çalmakta olan kanalın sesini biraz daha açtı, şarabını da alıp mutfağa geçti.

Annesinden öğrendiği tüm zeytinyağlıları güzel yapardı, öyle düdüklü filan kullananları da anlamaz, basit püf noktalarla sebzeleri nasıl tadı kaçmadan Girit usulü pişireceğini bilirdi. Taze barbunya mevsimi olsa barbunya yapacaktı, konserve kullanmak istemedi, taze fasülye yapmaya karar verdi. Yeşil fasülyeleri ayıklayıp doğradı, yıkayıp süzülmeye bıraktı. Bir büyük baş soğanı ince ince kıydı, 2 kaşık zeytinyağıyla kısık ateşte pembeleşene dek kavurdu. Üzerine 1 kutu doğranmış domates ekledi, fokurdadıktan sonra üstüne süzülmüş fasülyeleri ekleyip 3-5 dakika çevirdi. Sonra fasülyelerin üzerini kapatacak kadar kaynar su, 1 tatlı kaşığı tuz, 2 kesme şeker ekledi, tencerenin kapağını kapadı, ateşi biraz kısıp kaynamaya bıraktı. En fazla 1 saate pişer, borcam’a alıp önce dışarıda sonra buzdolabında soğutmak için de vakit bırakırdı. Güzel olacaktı, yine midesi kelebeklendi, şarabından bir yudum aldı, gülümsedi.

Aşık oluyorum bu adama iyice diye düşündü. Onca med-cezirin, ne istediğini ya bilmeyen, ya da değişik aralıklarla istediği şeyleri değiştiren, durduk yerde ortaya pek bayat pek klişe yokoluş bahaneleri atıveren duyarsız adamdan sonra, olabildiğince temkinli adımlarla, ağırdan alarak girmişti bu ilişkiye. Adamla ortak bir arkadaşlarının ev partisinde birkaç ay önce tanışmış, sohbetinden, gülünce gözlerinin yanında hafifçe çıkan kaz ayaklarından, geniş gülüşünden ve sıcak ilgisinden hoşlanmıştı. Birkaç kere yemeğe gitmiş, yakınlarda pek moda ege kasabalarından birine ufak bir haftasonu kaçamağı yapmış, haftanın birkaç akşamını birbirlerinin evinde geçirmeye başlamış ve bazen etraf gezmeleri, bazen ev yayılmalarıyla birbirlerinin varlığından hoşnut olduklarını görmüşlerdi. Sohbetleri derinlikli, zevkleri ortak, sevişmeleri ateşli, uzak kalmaları özlem doluydu. Güzel gidiyordu her şey...umutlu gidiyordu.

Daldığı yerde gözüne bir an tezgahın üzerinde duran tavuk butları çarptı. “Mutfağın efsunu ne garip şey, bak yine hayallere daldım” diye kendi kendine güldü kadın. “Hadi bakalım liseli aşık küçük kııız, işe devam, yeni yetme kuzular gibi dalıp durma” diye dalga geçti kendiyle. Kendiyle dalga geçebilen güvenli insanlardandı. Bu huyunu severdi. Güldü yeniden, işe koyuldu.

1 su bardağı baldo pirinç ayırdı, ılık su ve 1 çay kaşığı tuzla ıslattı. Zeytinyağı delisi Egeli bir ailenin kızıydı, kek pilav börekte bile margarin, hele de tereyağı kullanmazdı. Bunu bilmeyenler pilavını yiyince pek beğenir, ama yemeden önce duyanlar tereyağsız pilav mı olur diye burun kıvırırdı. Önyargı tatma duyusunu bile etkiliyor, ne garip diye düşündü bu defa da. Fasülyeyi şöyle bir karıştırdı, büyükçe bir kapta tavuk için sos hazırlamaya başladı.

3-4 kaşık yoğurt, 2-3 kaşık domates püresi, minik doğranmış 2 diş sarımsak, 1 avuç top karabiber, 1 tatlı kaşığı tuzu karıştırdı. Tavuk butlarını bu karışıma iyice bulayarak, bir seramik kabın içinde açtığı fırın torbasına koydu, birkaç tane de küçük patatesi aynı karışıma bulayarak torbaya ekledi. Torbanın ağzını sıkıca kapatıp, üzerinde çatalla küçük hava delikleri açtı. Önceden ısıttığı, 180 derece fırında 1-1.5 saatte karışımı içine çeke çeke yumuşacık pişecek, daha sonra fırın torbası bıçakla yırtılıp tavuk ve patatesler sıcacık servis edilecekti. Bu lezzetli ve kolay yemeği severdi.

Fasülyenin altını kapattı, ocakta soğumaya bıraktı. Islatmış olduğu pirinçleri ince süzgeçte yıkadı. 1.5 su bardağı ve 2 parmak da kaynama payı ölçüsünde su, 2 kaşık zeytinyağı ve 1 tatlı kaşığı tuzu yayvan pilav tenceresine koydu. Su fokurdayınca süzülmüş pirinci ilave etti, 2 dakika yüksek ateşte fokurdatıp, tencerenin kapağını kapattı, ateşi kıstı. Su çekilip pilavın üstü göz göz olmaya başlayınca ateşi kapattı, kapağı hiç açmadan demlenmek üzere bıraktı. Böyle demlendikten sonra tam servis etmeden önce tahta kaşıkla pilavı alt üst çevirecek, böylece ne lapa ne sert, tam kararında tane tane ayrılmış pilav da sofrada yerini alacaktı. İyi gidiyordu her şey çok şükür, tıkırında gidiyordu. Aşkımız gibiii diye taşkınlık yaptı, kıkırdadı.
Abartısız ama zarif bir sofra kurdu. Yol üstündeki çingenelerden aldığı, dünyada her çiçekten fazla sevdiği nergisler buram buram yaymıştı mayhoş kokularını salona, onları da beyaz örtülü sofraya yerleştirdi. Bembeyaz ince porselen tabaklar ve saydam camdan büyücek şarap kadehleri severdi, yemeğin ve şarabın rengine karışmasın, duruluğun güzelliğini yansıtsın diye...

Sofrayı hemen bitirip mutfağa döndü, ılınmış fasülyeyi cam kaba alıp dolaba attı. Tavuk fırında usul usul pişiyor, fasülyeler soğuyor, pilav demleniyordu, rahatça içeri gitti. Hızlıca duş aldı, dalgalı saçlarını kuruttu, hafif bir makyaj yaptı. Her taze aşık kadın gibi 150 elbise değiştirdi, birini fazla dar, birini çok bol, birini fazla dekolte, birini fazla rahibe, birini ev için abartılı, birini fazla mor, birini çok kırmızı, öbürünü simsiyah bulduktan sonra da, her ilk fikrine güvenmesi gereken ve bunu nedense asla öğrenemeyen heyecanlı kadın gibi, ilk seçtiği elbiseye geri döndü. Ayağına evde takır tukur topuk sesi çıkartmayacak, ama mazallah terlik hantallığında da görünmeyecek, zarif babetler geçirdi. Aynadaki yansımasını beğendi, yine gülümsedi.

Mutfağa geçip fırını kapattı ki kapı çaldı. Adam geldi, minicik öpüştüler. Yorgun görünüyorsun dedi kadın, yorgunum ve çok açım canım dedi adam. Harika, çünkü bugün aşçı damarım kabardı diye kırıttı kadın, hınzır ve çapkın gülümsedi adam. Sofraya oturdular. Yemekler gerçekten çok lezzetliydi, adam da pek memnun duruyordu halinden. Şükür ki minik mutfak perisi bugün beni yarı yolda bırakmadı diye düşündü kadın. Yazık yormuşum kızcağızı, ama yemekler de nefisti diye düşündü adam. “Ellerine sağlık, çok güzeldi” dedi adam. “Afiyet olsun, daha neler neler yaparım” diye gülümsedi kadın.
Beklentiyle doldu kadın, adama çaktırmadı. İnceden bir panik duygusu hissetti adam, kadına göstermedi.
Şarap, sohbet ve akşam demlenip koyuldu. Önce usulca öpüşmeye, sonra tutkuyla sevişmeye başladılar...

Doygun ve mutlu adama baktı kadın; “Kalacaksın değil mi?”.
Rahatsız ve yorgun kadına döndü adam; “Kalmayayım. Sabah erken toplantım var karşıda. Kendi evimden daha rahat giderim.”
- “Ama bunca keyifli bir geceden sonra birlikte kalsaydık keşke”.
- “Başka zaman kalırız. Verilmiş bir söz yoktu ki sonuçta”.
- “Söz mü vermeliyiz canım bunun için? Teklifsizce bir arada olacağımız derinliğe ulaşmadık mı ki?”
- “Sızlanma ne olur...Güzel gidiyor her şey, eğleniyoruz birlikte ama, kalmak zorundaymışım gibi hissetmeye hazır diilim ben. Hızlı ilerledik galiba, oysa henüz bağlanmaktan korkuyorum...”

Yoğun ve tanıdık bir hayal kırıklığının ince sızısını duydu kadın. Üzüldü, kızdı, kırıldı. Ama bu defa şaşırmadı.
“Ne diyorsun allahaşkına, ne hızı ne bağlaması, bana sordun mu bakalım bağlanmak istiyor muyum, ne kadar öğrenilmiş, aptalca klişeler bunlar?!” diyemedi.
“30unu geçmiş iki düzgün insanız, birlikte geçen güzel zamanlardan bir kurgu yaratıyoruz, kimsenin koşa koşa bir talepte bulunduğu da yok, ilişkinin evrilmesinden doğal ne olabilir be adam! Hem madem bunları geveleyecektin, ne diye yordun, heyecanlandırdın, seviştin benimle daha 1 saat önce? Biz mi bunca tepemize çıkarttık, siz mi sosyopatlaştınız anlamıyorum ki” de diyemedi.
“Sen bilirsin. O zaman görüşmeyelim bundan sonra. İyi bak kendine” diyebildi kuyruğu dik tutarak ve bezgin. Gülümsedi hafiften.Bakmadı adamın gözlerine.

Adam çıkar çıkmaz gözünden yaş boşaldı, nergislerin kokusuna karıştı.
En yakın iki dostunu aradı, akşamın o saatinde nereden buldularsa birkaç dilim cheesecake’li destek kuvveti, koşa koşa geldiler. Sanki son yıllarda farklı aralıklarla aynı şeyleri konuştuklarının farkında değilmiş gibi, heyecanlı heyecanlı, büyük büyük, alevli alevli konuştular. Sanki her seferinde birbirlerine aynı teselli sözcüklerini söyleyip, zamana bel bağlamıyorlarmış gibi, kadına yine iyi geldiler. Bir dahaki yangında kullanılmak üzere merhemlerini de alıp gittiler. Biraz passiflora içti, uykuya daldı kadın.

Birkaç gün sonra kendine geldi, işe güce, gezmeye, yeni olanaklara, hayata karıştı.
Bir bahar sabahı uyandı. O sevimsiz akşamdan sonra bir süre canının istemediği zeytinyağlı fasülyeyi adamın kendisinden çok daha fazla özlediğini fark etti. Arkadaşlarını arayıp DVD karşısında yemeğe davet etti, markete gitti...

26 Şubat 2010 Cuma

"kör nokta"larınız itinayla kollanır

"filmlerdeki şu klişeden bıktım usandım. sandra bullock arkadaşları ile yemek yiyor ve sandra'nın afrikalı-amerikalı (pis zenci demiyorum) çocuğa iyi davranışlarını alaycı tavırlarıyla küçümseyen arkadaşlarına "ben sizden değilim, siz nasıl insanlarsınız yahu" bakışları atıyor. ulan gelmişsin 40 yaşına, o yaşına kadar bu hatunlarla takılmışsınız, şimdi nedir yani ben sizden değilim tavırları. sen onlardan değilsen zaten o masada olmazdın. belli ki diğer kadınlar bu küçümseme işinin memuru olmuşlar. sabah 9 akşam 6 insanlarla dalga geçiyorlar (burda başka bi kelime var ama neyse). tek özellikleri zengin kocalarının olması olan kadınlar işte. e sen bu zamana kadar takıl sonra filmde "ulen çok iireç, çok çiikinsiniz" edaları.. yapmayın artık lan bunu film sektörü." okanitto, premiere ,february 2010 (ünlü amerikan sinema dergisi premiere'e verdiğim röportajdan alıntıdır)


filme gelirsek. yavaş başlıyor ama içten içe merak ettiren bir şekilde ilerliyor.. ikilerce klişe var filmde (onlarca yüzlerce gibi ama daha az işte, ikilerce). okula girişinden tut, üvey annesinin arkadaşlarına onun için karşı gelmesinden ve adım adım başarıya ulaşmasını bekletmesine kadar bir çok klişe. hele bir sporcunun en dipten zirveye hikayesi, bilirsin. ama bunları izlerken bile neredeyse hiç irite etmiyor (neredeyse). çünkü hayat bir klişe lan (ne dedim ben).. dünyanın en mutlu insanının nesi ilginçtir ki? böyle yerin dibinden yükseliş hikayesini hep severiz.

*bunlar gerçekmiş

filmin sonu ise bana sürpriz oldu. film resmen based on a true storyymiş hacı.

bolca klişe: evet var.
süpersonik oyunculuk: bolca evet var.
küçük oyuncu: evet var bi pij. ("sırtımı kaşıyın ben de sizinkini kaşıyım" diyen bi pij hem de. işimi görün ben de size çalışayım diyor)
göndermeler, küçük hikayeler: hem de nasıl leziz.
sandra bullock: nefret ederim kendisinden,üzerine bir de çakma sarışın ama hacı o nasıl performans öyle! önce bi şapka alıp sonra çıkarıcam.

*yiğrenç saç

filmin ismindeki hikaye de çok naif. düşünürken bile hafifçe gülümseterek mutlu eden bir hikaye.. umarım kör noktalarınızı kollayan birileri hep olur etrafınızda.

*o yemek sana ne der hacı!

one missisipi:
sandra bullock'un oscar adaylığını precious'dan gabourey sidibe, the last station'dan helen mirren ve an education'dan carey mulligan'ı izledikten sonra değerlendiricem. julie and julia'dan meryl streep'i izledim, ona vermesinler, film çok rezaletti bu nedenle kişisel performans kabul etmiyorum :P


öptm kib bye
itinayla kör noktaları kollayan okanitto

25 Şubat 2010 Perşembe

hart lakır

müthiş bir patlama sahnesiyle başlıyor film. benim bildiklerime benzemiyordu o "ince" patlama görüntüleri. devamında da benzer bir kaç sahne daha çekmiş hamfendi bigelow. (ama pardon yahu filmin hikayesine bu "müthiş bir patlama" sıfatı uymadı. utanır gibi oldum. yani ne biliyim insanların öldüğü hele de gerçek ve hala devam eden bir savaşın, ırak'taki savaşın (evet savaş) gösterildiği bir filme "müthiş" diye başlamasaydım, sadece bir 'film' diye düşünüp başlamasaydım, sadece böyle kendimi avutmaya çalışıp oradaki acılardan kaçmak ister gibi filmin inceliklerini övmeseydim daha iyi olurdu sanırım.)


açıkcası baştan sona bir kararsızlık içersinde izledim filmi. ne de olsa ırak'taki amerikalı askerlerin anlatıldığı bir hollywood filmi bu. yine o bildik taraftan mı gösterecek kamera diyip durdum. yine mi küfür kıyamet bitirecektim filmi, o bilindik argoları amerikalılara fırlatırken? yok ama öyle olmadı hele de sona doğru "ölmek istemeyen ırak'lı" ile ikna oldum.

ikna oldum derken filme de bayıldığım anlaşılmasın. güzel bir hikaye bulmuşsun ama keşke yanına bi'şey daha taksaydın be bigelowum, excameron'ım.. amerika'yı anlatmışsın, ırak'ı ucundan accık gösterip bize bırakmışsın. seni biliyoruz zaten hacı ne anlatıyon hala car car.. neyse fena değil film. hatta iyi bile diyebilirim. dedim.

yalnız bidelow ablamız oscar alırsa ilk kadın yönetmen olcakmış oscar alan. bana pek inandırıcı gelmedi ama araştırmak için de vakit kaybetmek istemiyorum. malesef bu blog size her şeyi sunmaz dostlarım :)) yok öyle armut piş aazıma düş. hadi google'layın, bana da haber edin

bu arada bu bigelow eskiden james cameron'ın eşiymiş. sonra sen james git bu bigelow'u en yakın arkadaşıyla aldat. bigelow bir gün çocuklarını piyano dersinden alıp eve geldiğinde bunları basmasın mı? hem de kendi yataklarında. demek ki neymiş? piyano hocasını eve çağıracaksın hacı. öyle yok piyano pahalı aman da bide hoca parası felan kaçmamak lazım.. yaa! en yakın arkadaşı dediysem de bigelow'un değil haa james'in en yakın arkadaşı sapın biriymiş işte.ya yaa! (bu paragrafın ilk cümlesi hariç gerisi atmasyondur, seviyorum lan dedikoduyu, napiyim seviyorum)

hadi öptm kib bye
okanitto

24 Şubat 2010 Çarşamba

"Yeni Haşlayanlar için Fırında Makarna"

[evet sevgili çevre dostları, kitchen'ımız iftiharla takdim eder. altın olan her şey parlamaz'dan tüm fırın severler için geliyor "yeni haşlayanlar için fırında makarna". emine S.beder ve martha stewart eline su dökemez altın olancım.. altın olan her şey parlamaz'ı mutfakta yakaladık magazinliğiyle sözlerimi bitirirken iş bu post'ta sanal reklam uygulaması kullanıldığını da belirtmem gerekiyor :P]


pek sevgili DONEcan’ın kibar daveti neticesinde bu satırları size aktarmaktan kıvanç duyarım.


film, müzik, yemek ve aşk dörtlüsünden üçüncüsünü seçip saflarda yer almak istedim. bu seçimin nedeni benim 10 parmakta 10 marifet leziz mamalar pişirebiliyor oluşum değil maalesef. bilakis bu konuda ne denli beceriksiz olduğumu bilmenizi isterim. burada vermek istediğim mesaç: bakın ben bile yapabiliyorum. siz hayli hayli yaparsınız demek, bu konuda çekingen genç arkadaşlara gaz vermektir.

ayrıca geçmişte burada “oh ne leziz görünüyor” dediğim fotoyu iğrenç bulup beni yemek zevkleriyle döven arkadaşlar,

umarım, (fırk) umarım sizlerde beğeneceksiniz bu tarifi)


evet gençler hazırsak kaadı kalemi alalım malzemeyi sayıyorum;

300 gr makarna

150 gr süzülmüş garnitür

150 gr rendelenmiş kaşar

2 su bardağı yoğurt (sulandırılmış kese yoğurdu önerilir)

2 yumurta

Bir kaşık tereyağı

1 kaşık zeytinyağı

Tuz, baharat (karabiber yakışır, isterseniz kimyon, sarımsak tozu, fesleğen vs. koyabilirsiniz)

Süre:40 dk. (İstediğiniz malzemeden başlayamazsınız. Lütfen yapılışı takip ediniz)


malzeme listesini tam alamadıysanız, tekrar vericem listeyi, hatta yönetmenimden, reciden filan rica edelim alttan akıtabilir miyiz efenim malzeme listesini. evet. mersi.

malzemelere bakıp ben nasıl ölçücem 300 gr makarna, 150 gr bilmemne, o ölçülerde satılmıyor ki, olmaz bu iş demeyin. göz kararı kullandığım malzemenin miktarı aşağı yukarı bu. elinizdeki malzemenin kutusuna/şişesine/paketine bakın kaç gr diye, ona göre bi orantı kuruverin gari. her şeyi devletten beklemeyin yahu!


evet hazırsak öncelikle makarnayı bildiğimiz yöntemle haşlayalım, suyunu süzelim. makarnalar haşlanmaktayken boş durmayalım yoğurt ve yumurtaları bir kapta çırpalım. fırın tepsimizi bi kaşık zeytinyaayla yağlayalım. makarnayı, garnitürü, tereyaanı, tuzu, baharatı ve kaşarın 2/3ünü tepsiye döküp güzeeelce karıştıralım (kaşarın 1/3ünü bi kenara ayıralım). Sonra çırpılmış yoğurt-yumurta karışımını tepsiye dökelim. tekrardan bi karıştıralım. tepsiyi, 4 dk önce 200 dereceye ayarladığımız fırına verelim. kalan kaşar n’olcak diye bağırmayın lütfen. sakin olalım, panik yok! evet 50 gr rendelenmiş kaşarımız var elimizde. bu kaşarı biraz bekletelim. biraz daha eski kaşar olma yolunda ilerleyedursun.


makarnamız pişmekteyken biraz anlatiyim kendisini; makarnamız beşamel sosuyla yapılan fırında makarnaya göre daha hafif olucak. pehh makarna ne kadar hafif olabilir demeyin bi deneyin önce, “peeh” küçümseyerek alay etme için hiç uygun bi efekt değil onu da söyliyim ayrıca. yok ben hafif yemem derseniz bunun mayonezi var, hardalı var (ki kesinlikle bu makarnaya çok yakışıyor) sıkarsınız yemeğinizin kalorisine kalori eklersiniz diyorum. evet bakıyoruz fırınımıza henüz pişmemiş gibi görünmekte. pişmesini beklerken araya bi advetoryal alalım :


Hanımlar beyler,

sevdiğinize, dostunuza hedaye vermek istiyor ancak ne alsam acep deyü kara kara düşünüyor musuz? Bırakın düşünmeyi, banyosuyunun dükkanına bi uğrayın, bırakın banyosuyu sizin için düşünsün. Hatta bi meyl atın kendisine deyin “bana şöyle bi şey lazım yahut böyle bi şey ” o da size hedayenin feriştahını yapsın. Kendisini şu adresten bulabilirsiniz:

http://nesterens.pasaj.com/


evet efenim, tekrar birlikteyiz. bakıyoruz fırınımızdaki pişmiş gibi görünüyor. tepsimizi fırından çıkaralım eski kaşarı serpiştirelim üstüne. tepsiyi tekrar fırına verip 5 dk daha pişirelim, kaşarlarımız erisin, kızarsın.

sonra da tepsiyi çıkarıp, dilimleyelim. afiyetle yiyelim.



bu da dün akşamdan kalma bir dilim mam-mamızın amatör bi fotosu. henüz tepsideyken akıl edip çekemedim. dün akşam yanına tavuk buduyla çok leziz bi menü oluşturduğunu söyleyebilirim.

23 Şubat 2010 Salı

"kırık kucaklaşmalar" kucaklaşma diye film ismi olmaz hacı

bir "tutkulu aşk nelere kadirdir" hikayesiyle daha karşınızdayız. nelere kadir'den mutlu bir son beklemeyin tabi her zaman. kavgalar, aldatmalar ve ölümler..


bir adam ve bir kadın var. adam tutkuyla aşık, tutkuyla sevişiyor. "ahh ne güzel adam"
sonra kadın başkasıyla sevişmek istiyor. adam kabul etmiyor. "ahh ne kötü adam"
ama kadın öyle mi? kimle sevişirse sevişsin "ahh ne güzel kadın ahh ne masum kadın".


güzel kadın dediysek bakma lafın gelişi. penelope cruz işte. böyle dediysek de çirkin dediğim anlaşılmasın. penelope cruz işte.

film iyi.. iyi de bir türlü bitmek bilmedi. ulan almodovar bırak bir ayrıntı da gizli kalsın hacı..

ayrıca filmi dvd'den izledim. şimdi dikkat. aman korsan izlemeyin diyenler burayı dikkatli okusunlar. adamlar filmi ülkemize getirmişler. tek bir çizik olmayan dvd'lere basmışlar. 2 liraya satıyorlar. ve öylesine bir çeviri yapmışlar ki aman allahım! ezber bozmuşlar. alın size filmden iki kare ve bir çeviri şaheseri. örnek alsın herkes.



öptm kib bye
okanitto

22 Şubat 2010 Pazartesi

"caramel"

[pek kıymetli cancağız ve gelecekte totoloji bilimine büyük katkılar sağlayacağını düşündüğüm pusarıkcım teveccüh etti. en güzel teşekkürlerimden bir buket gönderiyorum. evet pusarık'ı sette caramel yerken yakaladık. hem film hem yemek yazısı. tekmili birden buyrun]


hürmetler pek kıymettar soul kitchen ahalisi,

her ne kadar yemek hikayesi istendi ise de gönül filmin mutfağında olmanın hevesinde, eh tabi olmuyor o mutfakların aşı bir hayli karın ağrıtıyor falan ama neyse, biz tatlı yiyelim tatlı konuşalım, karamel diyelim mesela, olma mı? olur bal gibi olur hani karamel de bal rengi ya ondan diyorum yani…

karamel diyince de bak yine aklım filmlere gidiyor, karamel lübnan usulü leziz bir filmdi, başrolde de türkan şoray gibi kocaman bakışlı bir abla vardı ki menşei yeçilçam olarak bilinen ‘sultan sendromu’ adlı bir hastalığa sebebiyet vermesinden çekindim şahsen(ona “atıyorsun” denmez bir kere benim stendhal’den neyim eksik belki bir sendroma ışık tutuyoruz, belki dünyayı sallayacağız şurda, tamam ya tamam iyi salladım bu sefer, geçelim.)

ilk yazım ya bu şöyle ağdalı laflar etmek istiyorum aslında, bak karamel filminde de karameli ağda olarak kullanıyorlardı biliyor musun? abla ağdayı yiyince bir an dumura uğruyor insan ama öyle pek tiksinç falan da sayılmaz, benim için filmin en büyük atraksiyonu ağda yiyen bayan görmekti, bunun yanı sıra; aşk meşk, farklı kültürler görmek, değişik yaşam öyküleri falan iyi oluyor tabi, o değil de benziyoruz da aslında bir an bizim mardin’deki dizilerde süryanilerle falan geçen hikayelerin birinde hissettim ama daha tropikal şartlarda gelişiyor olay, biraz mardin biraz adana :)

onca karamel dedim de nasıl yapılır tarif etmedim iyi mi, kap ordan sana yarayacak kadar şeker yani artık karamelden biraz yiyip biraz farklı kullanım alanları mı denersin, pastaya krema olarak mı kullanırsın, krem karamel mi yaparsın işte neye kullanacaksan ona göre bir ölçek şekere aynı ölçekte su alıyorsun yanına tavada az bir yağ ısıtıp önce şekeri sonra suyu koyuyorsun bir iki damla limon da ilave edbiliyorsun isteğine göre sonrası katıştır dur, çam sakızı kıvamına gelince kapatıyoruz ateşi, işimize bakıyoruz cancağızım bissürü işimiz var, bekleme yapmayalım.

Bir yazıyı daha katletmenin ızdırabıyla yapış yapış olmuş zihnimi kökünden ucuna temizlemeye çabalarken hayatım gözlerimin önünden film şeridi gibi geçiyor ve evet soul kitchen mutfağının nezih sakinleri sizi daha fazla kıllandırmadan işkenceye burada son veriyorum.

O piti piti karamela sepeti derken çocukluğuma flaşbek yapar,
küçüklerin gözlerinden öper
büyüklerime selam eder
gereğini arz ederim
imza: karamelayıbirtürlütutturamayangillerden pusarık
saygılarımlan…

19 Şubat 2010 Cuma

'sevmeye gelmiştim efendim'

film galasını yaptığında o şehirdeydim. filmin galası ve ben. ikimizde evlerimizden uzaktık. ikimiz de yabancı. ikimiz de ürkek. iki umarsız çocuk (buralar hep üç nokta)

ben ne diyorum yahu :)) neyse işte diyorum ki ben bu filmi severim hacı. büyük ihtimal. evrenin işlerine inanıyorum artık. gala dakikalarında rakı içiyordum ben aynı şehirde.
hayat var'ın görüntü yönetmeni reha erdem kadrolusu florent herry, kosmos'da da bu görevi üstlenmiş. ve ödülünü almış. hatta altın portakalda kosmos en iyi film ödülünü paylaşmıştı bornova bornova'yla.
hadi bakalım hayırlısı olsun.

gelsin lan artık film.

öptm kib bye
enerji işlerine bayılan okanitto

kosmos link:http://www.arabulvideo.com/index.php?id=2155&itemid=1&option=com_seyret&task=videodirectlink

video

vicky cristina barcelona spain

filmde beni en çok düşündüren sözler ki bence dünyanın en acıklı hikayelerinden biri cristina'nın o sanatsal dudaklarından çıkıyor:

"sanatı anlıyorum ve değerini biliyorum. müziği de seviyorum ama bir yeteneğim yok. ve bu da dışarı vurmak istediklerimi düşününce gerçekten üzücü"

belki de yakın hissetim kendime.. ama şu var filmde sadece bunu yakın hissettim, gerisi hiiiç ilgimi çekmedi.

öptm kib bye
katalan ruhu taşıyan ama bu barcelona hikayesini sevmeyen okanitto

"zemfira'yı tanımak"

[evet soul kitchen ikinci konuğunu da iftiharla takdim eder efenim.. leziz bir müzik post'u ile DecisionS teveccüh etti, teşekkürler sevgiler saygılarr nümayişşş galeyaaannn... lafı uzatmıyorum ve decisions'ı stüdyoda yakaladık magazinliğiyle bitiriyorum. öptm kib bye. ulan nasıl yazasım var bu ara ama acaip yoğun oldum bir kaç gündür. neyse döncem ben size :P]


Zemfira Talgatovna Ramazanova, Talgat kızı Zemfira 76 da Ufa da doğar. Ufa Başkortostanın başkenti, şahsen bulundum, gerek kültür gelişmişlik gerekse eğitim gelir açısından Rus Federasyonunun en güzel şehirlerinden biri,nüfus Tatar ve Başkırtlardan oluşuyor.

***

5 yaşında müzik okuluna kaydolur 7 yaşında ilk bestesini yapar. Abisi Ramil'in etkisiyle Rock müziğiyle tanışır. Başarılı bir basketbolcudur aynı zamanda, Rus yıldızlar bayan basketbol takımının kaptanıdır. Klasik müziğe olan etkisi azalır o zamanlar revaçta olan Rus gruplarının şarkılarını cover ederler arkadaşlarıyla birlikte. Bunlardan biri de Kino'dur. Benim en sevdiğim gruplardan biri aynı zamanda ve tanıması ve ününün yayılmasında Kino şarkıları şok önemli bir yer tutar düşüncesindeyim.





Basketbolla müzik aynı anda yürümez, annesinin de ısrarıyla tekrar müziğe yönelir, piyano ve şan eğitimi alır, dereceyle mezun olur.
***




Ufa radyosunda ses mühendisi olarak iş bulur, aynı zamanda kendi şarkıları üzerinde çalışır.
Okuldan tanıdığı arkadaşlarıyla Zemfira'yı kurar, Ufa'da birçok yerde sahne alırlar.
Demolarını birçok yere gönderirler, sonuçta Moskovalı Rock grubu Mumiy Troll'un kurucusu Ilya Lagutenko tarafından keşfedilirler.
***




99 da Zemfira albümü yayınlanır. Rock müziğine aç ve Batıya göre oldukça kapalı kalmış Rus toplumu tarafından adeta sünger gibi emilirler.
Kino'dan sonra bu kadar ses getiren başka bir grup olmamıştır.
Küçük bir ayrıntı, 90 da solistleri Victor Tsoi'un bir araba kazasında hayatını yitirmesi Kino'nun sonu olmuştur.
Ayrıca bir Rock grubunun solistinin kadın olması kapitalizme yeni yeni açılan Ruslara çok yabancıdır. Zemfira birçok kadın programına katılmış tipik evkadını sorularına maruz kalmıştır.
"neden makyaj yapmıyorsun?"
"kocan var mı?"
"genç bir kızsın , bu depresyon nedir?
"yemek yapmayı biliyor musun?"
Zemfira zeki bi hatundur; " araba bile tamir edebilirim neden yemek yapamayım?"
***
Cinsel tercihi spekülasyon konusu olsa da bu bizi hiç ilgilendirmez, ancak bilmek isteyenler için yazıyorum. Şarkı sözlerinden dolayı bu çıkarıma varılmıştır, söz konusu olan parça Sneg (KAR) dir. Zemfira özel yaşantısını hep özel tutmuştur.

Sneg (Snow)

I burst into your life, and you freaked out.
I wanted love and u didn’t want.
May be I’m saying something wrong?
U are silent. But listen to me!
I’m giving u a star, selling my soul…
Use ur ears!
I dreamed so, that ppl could think in a different way…
Uhm… ill-luck, I got myself under the distribution.
The first snow is there but even IT is useless.
God, I’m a cynic and u are talking about a soul!
Don’t harm my ears!

I realize: conversation is useless
I don’t wanna argue with u.
Do u believe? No… u even KNOW it.
U can fly down, fly away or get tired flying…
U can leave or stay…
But u are melting! Snow…

40 minutes were as short as a phrase “see u 2morrow”
the snow is on the boots and the utter lie in the eyes.
I’m so tired… what did u want? Do u know? …not…
Evidently there was something…
and that’s why u are playing the fool tensing me.

I realize: conversation is useless
I don’t wanna argue with u.
Do u believe? No… u even know it.
U can fly down, fly away or get tired flying…
U can leave or stay…
But u are melting! Snow…

Suzanne Vega'ya mı benzettiniz? ıııh bence alakası yoktur :)

***






Günler geçer Zemfira artık ünlüdür. Rammstein, Queen, eski Rus primadonnaları ile çalışır.
Önce Moskovaya yerleşir,felsefe okur, son olarak bildiğim Londrada yaşadığı.
Albümlerine devam eder. Şarkıları değiştirmeye bayılır, live kayıtları orjinalinden o kadar güzeldir ki ilk defa duymuş gibi şaşırırsınız.
Nitekim, aşık olunacak ama uzak durulması gereken melankolik kadınlardandır. Mutlak surette bilinmesi gereken bir müzisyendir.

Live kayıtları bir başka güzeldir, ilk olarak bir TV programından başlayayım, bir Kino cover ı . Kalite düşüm ama altyazı var ;)









Macho









Сказки (Tavsiye)









Samolet-Uçak Bu da benim en sevdiğim , Live version









ilginizi çeker de albümleri isterseniz

ftodecide@gmail.com

16 Şubat 2010 Salı

en kötü filmimiz böyle olsun


[bunu da ben yazdım ne var yani copypaste'lediysem buraya:)]



"how happy is the blameless vestal's lot!
the world forgetting, by the world forgot.
eternal sunshine of the spotless mind!
each pray'r accepted, and each wish resign'd."

alexander pope'un 'eloisa to abelard' adlı şiirinde geçen bir cümle, eternal sunshine of the spotless mind! aslında filmin senaryo yazarı Charlie Kaufman'ın önceki senaryolarından birine de (being john malkovich) konu olmuş bir şiir. Kaufman neden bu kadar takıldı bilemiyorum ama bence aynı şiirden bir kaç film daha çıkarsa hiç fena olmaz.
evet.
bir aşk filmi 'eternal sunshine of the spotless mind'.. ancak bilinen aşk filmlerinin bir hayli dışında. biten her aşkın sonunda dillendirilen bir fikirden, 'O'nu unutmanın akla gelen ilk çözümünden yola çıkıyor film 'eski sevgiliyi ve tüm hatıralarını beyninden sildirmek'. peki bu kadar marjinal, bu kadar gerçek dışı bir fikir nasıl olur da aşk filmleri arasında ,gerek eleştirmenler gerekse izleyenlerce bambaşka bir yere sahip olur. işte tam da burada charlie kaufman'ın kaleminin ve michel gondry'nin düşsel görselliğinin başarısı kendini gösteriyor.

"neden bana ilgi gösteren her kadına aşık oluyorum". bunlar filmin kahramanlarından sakin, utangaç joel barish'in sözleri. kendisinin aksine yaşama sevinci ile dolu çılgın clementine kruczynski ile tanışmasıyla başlıyor her şey ve sinema tarihinde artık bir kült haline gelmiş hikaye müthiş görselliğiyle sevdiriyor kendini. filmde clementine isminin seçimi de bir 80'ler efsanesi olan çizgi film clementine'da da geçen,kaybedilen ve özlenen sevgiliye adanan şarkıdan sçilmiştir: "oh my darling clementine,you're lost and gone forever"... ilk görüşmeleri, görüştükleri yer, sevmeleri, sevişmeleri, kıskançlıkları, kavgaları, inanmadan birbirlerine söyledikleri, ayrılıkları ve nihayet birbirlerini hafızalarından sildirmeleri (ya da sildirme çabaları..)

"don't forget, with lacuna, you can forget!" filmin konusu kadar absürd bir şirket: lacuna inc. hafızanızdan o muhteşem aşkınıza dair ne varsa siliyor. inanılması güç! aslında baştan oldukça profesyonel ve başarılı bir şirket gibi dursa da "aşk nelere kadir" yine galip geliyor filmde. kendisini hafızasından sildiren clementine'ı aynı yolla unutmak isteyen joel'in işlem sırasında, makinalara bağlıyken bundan vazgeçmesine (tam da gondry'nin döktürdüğü dakikalar) şahit olmak, filmin büyülüyeci atmosferini solumak, neden bu kadar iyi bir film sorusuna cevabını da şüphelere yer bırakmadan veriyor.

daha ilk buluşmalarında filmin afişinde de beraberce uzandıkları görülen buzla kaplı gölün üzerindeki çatlaklar ilişkilerinin de benzer çatlaklara gebe olacağına dair bize ipuçları verir gibidir. onca kavgadan, ayrılıktan sonra kendisini hafızasından sildiren clementine'ın joel'a "do i know you" deyişi en çok yaralayan sözler olmuştur.

aşklarını, ayrılmak istemeyişlerini, anlatan sahnede ise ;
joel-wait waitclementine- why!
joel- i dont know just wait
cle - ok!
.. sözler bitmiştir, çünkü birbirlerine söyleyemek istediklerini ifade edebilecek bir yol yok, bir kelime yoktur.

filmin en güzel sahnelerinin geçtiği yer ise new york long island'daki montauk kasabası. long island'ın en doğusunda yer aldığı için yılın ilk güneşinin görüldüğü yer de burası. işte joel'in, sonsuz günışığı clementine'ın hayatından çıkmaması için, hafızasından sildirme işlemi sırasında uyanmaya çalıştığı sahnede, clementine'ın joel'in kulağına "meet me montauk" diyerek fısıldaması da kaufman'ın müthiş ironisine bir örnek (müthiş ironi felan diyorum, sinema yazarı gibi hissettim, irite oldum lan)

ne kadar yazarsam yazayım filmi ne kadar sevdiğimi ve ya onun nasıl, ne kadar iyi bir film olduğunu anlatamam biliyorum. sözlerimi bitirirken de sıradaki şarkıyı tüm joel ve clementine hayranlarına armağan ediyorum, beck'ten geliyor :P

"i need your loving like the sunshine
and everybody's got to learn sometime"

öptm kib bye
lekesiz zihinlere sonsuz günışığı dileyen okanitto

14 Şubat 2010 Pazar

"sensitiv miitbol"

[evet kitchen'da misafir ağırlamaya başladım ve ilk olarak da jewel adlı süpersonik badimden süpersonik bir yemek post'u an itibariyle yayında! kendisi teveccüh etti, ne kadar teşekkür etsem az.. lafı uzatmadan "jewel'i mutfakta yakaladık" magazinliğiyle bitirmek istiyorum, buyrun :p)

En güzel yemekler tabii ki soul kitchen’da pişer!

Ecnebiler için free olan friday bizim için değilse bile, -hafta sonu çalışılmayacaksa- hepimiz için Cuma günü sevilesi olduğu kadar da beklenen gündür. Ben de Cuma gününden türlü çeşit planlar yapıp Cumartesi - Pazar hiçbirine uymaz, yayılıp yatmayı, pencerenin ardındaki mevsim normallerinin dışladığı havaya tercih ederim hep. Ama evde olunca mutfaktan kaçılmıyor. Serde aşçılık da var az biraz (peeh! Yan bahçem). Hal böyleyken gel de girme mutfağa, gel de en alakasız zamanlarda evdeki malzemelerle en muhteşem ne yapılabiliri düşünme, gel de o hafta sonu “bi şey pişirip tattırmazsa ölecek hastalığı”n nüksetmesin…


Nitekim bu haftasonu da öyle oldu. Saat 12:00’da gittiğim Annane ziyaretinden saat 18:30 civarı dönüp, kolları sıvadıktan sonra: “ bir Karadenizli içli köfteyi nasıl yapar?” konulu tezimi icra etmeye koyuldum. Kıymalı içi hazırlayıp dondurucuda bekletirken; bulguru , irmiği ve unu sıcak suyla has Adanalı dostum pusarık’ın tüyoları ve zihnimde canlanan sesi ile yoğururuyordum. Gözümde büyüyen hamurumsu şeyi kapatırken annemin de bana yardım etmekten imtina edeceğini hiç düşünmemiştim. Fakat anne yüreğiydi, dayanamayacaktı. Kezlerce eklenen suya bana mısın demeyen un, bulgur, irmik ve salça dörtlüsünü zar zor toparladıktan sonra; kıyma, 1 kase su (hamuru kapanması için ikna ederken kullanacaktım) ve donmuş kıymayı bir tepsiye alıp salona geçtim. Başladım şekillendirmeye. Pusarık’ın tavsiyelerini göz önünde tutarak elimde çeviriyordum çevirmesine, lâkin bir türlü onun dediği gibi yapamıyor, yeni yeni stiller geliştirerek kapatmaya çalışıyordum. Abimle ablam “n’oolacak bu memleketin halları” temalı hararetlere girmiş, annemse beni izlerken, yılların içli köfte yapıcısıymışçasına: “onu elinde yuvarlayacaksın, öyle kapanmaz o” diyordu. Neden sonra (oh be bu kalıbın da yeri geldi, ahir ömrümde nihayet kullanabilme şerefine nail oldum) kalkıp bana yardım etmek aklına geliverdi. Fakat benden de sabırsız olacak ki anacığım : “iyi ki ben Adanalı filan değilim, bu çekilir şey mi, ne bu yaa?” diyordu, elinde yuvarlayıp şekle sokamadığı hamurları benimkinden farklı olarak top top yaparken. Zaten beşincide de pes etti. Ama ben yılmadım. Başladığım işi bitirmemekle bilinen ben, mevzu yemeğe gelince, dişimi sıkıyor, gözümü karartıyor (ne alakaysa) ve mangalda kül bırakmıyor(yok ya, bu da olmadı) …. Bi şekilde neticelendiriyordum. Cebren ve hile ile kapattığım içli köfteleri kaynayan suya attım, bir kısmını da kızartarak deneyeceğim için saklama kabına koyup kaldırdım. Haşladıklarımın içinden üç tane alıp bir servis tabağına koyarak, üzerine salça, tuz, baharat, şeker, sarımsak ve sıvıyağdan müteşekkil sosumdan ekleyip derhal tekrar salona geçtim ve meraklı damaklara tattırdım. Hepsi beğendi, uyuz abim kızartılmasından yana olduğunu söyledi. Ben de denedim, sonuçtan çok memnun kaldım. Bir Karadenizli içli köfteyi nasıl yaparmış detaylı ve fotoğraflı olarak sunuyorum şimdi. Ne sihirdir ne keramet, soul kitchen’da marifet!

Sevgili badim, cancişim, karşim okannito’nun teşviki ve dahi nazik davetiyle misafir olduğum bu kitchen, görüp görebileceğim en şahane mutfak olarak zihnime iri puntolarla, yaldızlı ve tezhipli bir şekilde işlenmiş bulunmakta bundan gayrı. Bana bu enfes mutfakta çalışma olanağı verdiği için okannitocuğuma sonsuz teşekkürlerimi sunarım efenim. Afiyet olsun.

11 Şubat 2010 Perşembe

alice'i beklerken viktor ölüler diyarında





"bu elimle hafifleteceğim acılarını
kadehin hiç boş kalmayacak
ben olacağım şarabın
bu mumla karanlıkta yolunu aydınlatacağım
ve bu yüzükle benim olmanı istiyorum"
*çok dandik bir evlilik yemini kabul edelim

filmde kararsiz kaliyor insan. bir emily bir viktorya'yi seviyorsun. guzel bir kararsizlik.. çok çok eglenceli karakterlere sahip tim burton harikasi corpse bridge.. hic uzun degil, hic sıkıcı degil.. muzikleri şarkıları da şahane..

ayrica emily bir nav'idir. neyitri'den sonra en guzelidir hatta.. ^3d gözlüğümü takıp eywa ana'ya saygılarımı yolluyorum.
öptm kib bye
diri okanitto :)

10 Şubat 2010 Çarşamba

bashir o nasıl vals allaaşkına !


"moloz yiginin icinde gozume bir el kucuk bir el takildi. yiginin icinden cikmis kucuk bir cocuk eliydi. yakindan baktigimda buklelerini gordum. kivircik sacli bir yuz toza bulanmisti. ayirt etmek cok guctu. ama bir kafaydi burnuna kadar gorunuyordu. bir kafa ve bir el. benim kizim da o kiz cocuguyla ayni yaslardaydi. onun da saclari kivircikti."

1982 yılında ki sabra ve şatilla olaylarını anlatıyor film.. çizgiler müthiş. o ne guzel muzikler, o ne guzel şarkilar, havai fisek ve ses gosterileri.. hele "ask gemisi"nde calan o sarkida sanki en mutlu gunundesin.. ses'ler muthis.. hepsi ayri bir sevinc gibi. kapat gozlerini sanki en mutlu düğün.. ama gözlerini açtığında hiç mutlu bir şey göremezsin.

"hafiza canlidir. eger bazi detaylar kaybolduysa boşluklari hic olmamis seylerle doldurur" diyor film belki de bu nedenle içler acısı bir savaşı bu şekilde güzelliklerle doldurmuş..

genç ve güzel kızlarımızı filme çekmek için de not: herif aynı burak hakkı'ya benziyor :p

öptm kib bye
okanitto

8 Şubat 2010 Pazartesi

bu su hiç durmaz dedik !

"evet nerde kalmıştık "

ben bu akşam bi karar verdim. genelde yapmam. genelde kararsız, huzursuz, septik devam ederim yaşama. ama bu akşam karar verdim hacı : kitchen'a devam..

evi dağıtmadan yapıcaz bişeyler. niye dağıtmıcakmışız peki ?
-bir gün dönerlerse geri, temiz bulmalılar evi :)

hişşş seyirci öyle boş bakınız yok. sana gelicem. isticem de isticem. hazır ol.

şimdilik beni rahatta dinleyin

öptm kib bye
tutkuyla bağlı olan yalnız ve güzel okanitto :)

6 Şubat 2010 Cumartesi

bu su hiç durmaz !

ulan sabahtan beri boğazıma takıldı bütün kelimelerim.
üzüntüden.
sinirden!

özür de neymiş.
blogun aq size bişey olmasın.
zerre şüphem, zerre kırgınlığım yok.
ne yapıyorsanız dosdoğrusunu yapıyorsunuzdur.
ama sizi çok seviyorum lan. tahmininizden daha çok.
çok alışmıştım biliyor musunuz. (bu cümlenin sonuna soru işareti koymak isterdim ama cevaplarım gitti zaten)
alışkanlık çok kötü lan.

"aşk başlar, aşk biter, ama önemli olan ortasıdır" demiş ortaçgil,
blog başlar, blog biter, ama önemli olan ortasıdır diyorum.

kardeşiniz burda.
bir telefon uzakta:
size gitmeyin demeyeceğim ! ama
"toparlanın gitmiyoruz" diyeceğiniz zamanı da bekliyorum.

kardeşiniz done.

its time to say goodbye # 2





done, kardeşimdin.

it is time to say goodbye!

senle basladi blog seruvenim seninle biter!

winston suz blog alemini neyleyim!

*DONE kardesim tum ozurlerim sana dogru,  elbet sarkilarda bulusuruz!



"CON TE PARTIRO" ANDREA BOCELLI
Uploaded by richardanthony. - See the latest featured music videos.

veni vidi vici

5 Şubat 2010 Cuma

Fado


Fado, 19. yüzyıldan günümüze kadar uzanmış bir Portekiz halk müziği türüdür. Fado'nun tam bir çevirisi olmamakla beraber, kelime anlamı kadere veya alın yazısına yakındır.
Fado, balıkçı, kaşif ya da denizci olan sevgililerini, eşlerini denize uğurlayan ve onların geri dönmesini umutla bekleyen 19. yy Portekiz kadınlarının artık beklenen yakınlarının geri gelmemesi üzerine denize karşı yaktıkları ağıtlardan türemiştir. Bu nedenle Fado, derin acıların, hüzünlerin, özlemin, nostaljinin, mutluluğun ve aşkın ifade edildiği bir müzik türüdür.
Fado'nun, isimlerini Portekiz'in Lizbon ve Coimbra şehirlerinden alan iki türü vardır. Coimbra'nın sade bir tarzı olmakla beraber Lizbon fado'su daha yaygındır. Günümüz Portekiz'inde modern fado bir çok ünlü müzisyenin icra ettiği popüler bir müzik dalıdır.
Klasik fado bir Portekiz gitar ve bir klasik gitar eşliğinde tek bir şarkıcının performansıyla icra edilmektedir. Modern fadonun ise yaylı çalgılar dörtlüsünden tüm bir orkestraya kadar çeşitli uygulamaları mevcuttur.
20. yüzyılın en ünlü fado sanatçısı Amalia Rodrigues'dir.


Amila Rodrigues hanimefendi bizim Muzzeyyen Senar tadinda bir ablamiz, sarkilari gercekten sok icli okuyor. Cok rafkli bir yorumu var, fado icin tek odali bir ev tanimlamasi yaptiktan sonra ben fado soylerken kendim icin iki oda daha aciyorum diyerek fadoya kattigi farki vurgulamistir.

Bu muzigin beni etkilen kismi ise Portekiz gitarinin sesi :





Oyle sevilen bir insanmis ki memleketi  Portekiz de, 1999 yilinda oldugunde 3 gun yas ilan edilmis.

Topragi bol olsun!



f.d. kemanları # 2

açtım pencereleri
hayatım havalansın..
tel örgü çektim gözlerime
huzurum bozulmasın
adresim varmış haberim yokmuş
sokaklarda evcilmişim


feridun düzağaç sokaklarda evcil canlı (canlıperformans.net)
Yükleyen canliperformans. - Öne çıkan müzik videolarını izleyin.

*Eliza'nın bugünkü yazısından mütevellit ona gitsin. mütevellit ne lan :p

let me love you true, let me rescue you...

çok da allayıp süslemeye gerek duymuyorum.
söylenecek çok şey de yok.
gerçek nedir, inandığımız şey midir, herkesin tuttuğu gerçek kendine midir?
eskimeyecek bir film ve eskimeyecek şarkıları.



tom tom: the heart is a sleeping beauty and love the only kiss it can't resist. Even if its eyes lay open wide, there is a heart that sleeps inside. And it's to there you must be hastening. For all hearts dream, they dream only of awakening.









yapsak yapsak n'apsak ?


gemide bir azize

"eveeett nerde kalmıştık"

gemide pek bi aman aman film. negzel film. allahım o nasıl diyaloglardır lan serdar akar. ama laleli'de bir azize öyle mi azizim! lan bak kudret'inden sual olucam sabancı. ne yaptın sen yea!

gemide'nin kamerası sade. ohh mis. olanı çek film zaten şahesere gidiyor bırak. bak negzel. ama laleli'de bir azize öyle mi? sabancı tabi zengin adam, ne var ne yok yapmaya çalışıyor. tamam güzel arada bir ver flashforwardını bokunu çıkarma, o ne lan öyle kaydırıyon felan her şeyi. ne bulduysan yapmışsın.
*dünyanın en güzel küfreden adamı

erkan can oooofff diyorum başka da bi şey demiyorum. yok lan dicem. ya sen nasıl bi adamsın. o nasıl bi tarz, o nasıl bi saç, o nasıl bi 'kafa'. boş kaset çıkarsan gider alırım valla.. ama güven kıraç öyle mi! aslında özünde iyi ama bu rolde olmuş mu? he olmuş mu? iki adamın nasıl küfür ettiğini dinle sonra kararını ver. yok lan küfreden herkese bayılmıyorum ama dinle ikisini.

*pezevenk

lan uğur yücel müzikler iyi tamam oohh gitarlar akın eldes felan da ne baarttırıyonuz lan öyle laleli'de.. car car car. bu da kafa ulan. gemide daha sakinsiniz bak negzel film.

neyse gemide'yi sevince azize'yi de sevmiş sayılalım. yalnız iki filmdeki yan roller de kendilerinden beklenmeyecek derecede bir ibnelik barındırıyor.. ne dedim lan ben şimdi. yani başarılı diycektim.

evet nerde kalmıştık?

öptm kib bye
blogda okanitto

4 Şubat 2010 Perşembe

f.d. kemanları # 1

gözlerini ver umudum olsunlar.
öyle güzel pırıltısı var ki..


Feridun Düzağaç - Ela
*J'e gitsin.

dohtor bu nee?


ya sırf, pan's labyrinth filminde ofelia'nın, sütün içine yatırdığı, kardeşi yerine koyduğu temsili "şeye" benziyor diye yanaştım tansaş sebze reyonundaki koliye.
çok tanıdıkmış halbuki.
bildiğimiz zencefil.
yani bildiğimiz zencefil kuruydu. bu bilmediğimiz zencefil , taze.
esrarengiz bir görüntüsü var. voodoo bebeklerini andırıyor.


kilosu 12.90
sırf meraktan aldım bir adet. allahtan az almışım.
meğer bu meretten incecik dilim ya da pinçik kullanmak yeterli oluyormuş.

sindirim yolunu rahatlatmaya ve gazı azaltmaya yarıyormuş ancak safra akımını artırdığından safra rahatsızlığı olan elemanlar kullanmamlıymış.



birkaç gündür buzdolabında duruyor bu arkadaş. gidip gelip bakıyorum, canlanacak beni ele geçirecek, pis işlerine alet edavat edecekmiş gibi bir his dolanıyor içimde.

aklı bi karış havada



"hayat yanında biri varsa güzeldir"

aile iş evlilik ilişkileri üzerine illa da oscar'ı aldırıcaz ulan sevdasında bitmek bilmeyen film. george clooneycim canım benim eğer bir daha böyle bir filmde oynamayacaksan sana versinler tamam. ama alamazsan da surat yapma tamam mı canım? nerde micheal clayton nerde ryan bingham.

cık.olmamış.
ama görmek lazım tabi.
ben hayır diyorum, ali abi ve hülya ne der bilmiyorum :P

öptm kib bye
okanitto

*arka kapak, erötik foto.

3 Şubat 2010 Çarşamba

dün gecenin mahsulü : REVANCHE



psikolojik dramlara düşkünseniz,
konusu-hikayesi basit olsa da, bu basitliğin hayata dair olduğunu düşünüyorsanız,
az diyaloglara ve ağır işleyen aksiyona karşı sabırlıysanız,
insanlığa dair güzel çıkarımlarda bulunmaya yatkınsanız,
intikam soğuk mu yenir?
sıcak mı yenir? yemek midir değil midir?, sorularından en az birini kendinize soruyorsanız,





BU FİLMİ İZLERSİNİZ.




istanbul'da olmak vardı anasını satayım!

şimdi bu adam var ya bu adam...

Nuri Harun Ateş isimli adam...

hem çok insan, hem çok güzel, hem çok eğlenceli, hem çok duygusal hem de çok çok yetenekli bir adam.

yazacak söylenecek çok şey var kendisiyle ilgili.

süsleyip püsleyecek değilim. ihtiyacı yok.

biliyorum ki bir gün herkes ondan bahsedecek.

daha fazla ayrıntı için lütfen TIKLAYIN





Dar-ül Love 9-10 şubat ta garajistanbul da


"esprili-ironik-yerici yorumlara kapalı dikta bir posttur. bilginize."

saat farkı çok ayıp bi şeydir

*o nasıl öpmek lam

yıl içerisinde birkaç gün için amerikalı olmak isterim. başka da bir amerikan rüyam yoktur. golden globe günü, oscar günü, nba konferans finalleri ve sezon finali günleri yeter. emmy ve grammy'ye gerenk yok. lost'un altıncı sezon birinci bölüm günüyle de işim olmaz. ada kaybolmaya başladığında ben de kaybettim ve daha da aramam o adayı. zaten sawyer'a da gıcık oluyorum. (efsun'a not: okuyan adam seksi olurmuş pehh!)

bu yıl da 7 mart'ta amerikalı olmak isterdim. yani orda yaşasam olurdu. oscar adayları açıklandı, adaylar burda: http://www.blogger.com/adaylar%20burda:%20http://www.imdb.com/features/rto/2010/oscars

yine içimi bir hüzün kapladı. saat farkından nefret ediyorum hacı.. kırmızı halıyı seyredip uyuyakalmaktan bıktım usandım.. hayır akademi'ye bayıldığımdan değil de "ödül hadisesi" cidden ilgimi çekiyor. alec baldwin'le steve martin sunacakmış, buna da ayrı meraklandım.

neyse diyeceğim şu ki bu sene de oscar goes toooooo saatt farkııı

öptm kib bye
okanitto

2 Şubat 2010 Salı

this chaos is killing me

Cristian
Raymond
Antoine
Zachary
Yvonne isimli beş erkek kardeş ve sıradan bir ailenin öyküsü.
ancak film sıradan değil.
Zac hiç sıradan değil.
soundtrack hemen arşive eklenmeli.
hele bu sahne ve bu şarkı beynimde ne kadar hücre varsa hepsinin hareketlenmesine sebep.




aramızda homofobik olan varsa izlemesin ve lütfen dışarı çıksın.

dün gece hep seni seni düşündüm söylediklerine aklım takıldı.. uykumda bir sağa bir sola döndüm alaycı gülüşe aklım takıldı..

sanırım ilk kez bir ödül töreni hakkında "şike var yea" cümlesini kurmayacağım.. aslanlarım benim. afferin lan sinema yazarları derneği..

yeri gelmişken filmi yazmak istedim: kırk ikinci sinema yazarları derneği ödülleri açıklandı. en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi görüntü yönetimi ve en iyi kurgu olmak üzere dört ödül aldı hayat var... en çok da görüntü yönetiminin hakkını veren bir film olduğunu söylemeden geçemicem. hakkını vermek deyimini de kullandığım için kimse kusura bakmasın. naçizane lan. kullanmak istemezdim ama bunun yerine geçecek bir şey gelmedi aklıma şu an. konuyu niye buraya taşıdığımı da bilmiyorum.

orhan baba'nın "aklım takıldı"sını bir de bu filmde dinleyin.. ulan bu şarkının tüylerimi diken diken edeceğini düşünmezdim ama sinema işte!



son olarak gerçek bir çocuk yıldız arıyorsan al: elit işcan.. filmde ondan başkasının ismi yok. haley joel, dakota felan da iyi çocuklar ama çocuklar :P
bu başka..

öptm kib bye
okanitto

fragman: http://www.dailymotion.com/video/x8nvzo_hayat-var-fragman_shortfilms
bonus track: http://fizy.com/s/1aisea

1 Şubat 2010 Pazartesi

foryörrlövvvvv

evet, tipini bipppppppppp lediğim bu herifin şarkısını dinliyorum sabahtan beri.

bu hafta götürür beni bu.




fordonelövvv:
1impossible
2impossible

I can't take my eyes off you

hic dinmeyen yagmur
ve olusan akintilar
elbet denize ulasir

bir tanesine
kagittan gemi yaptim
uzerine askimi yazdim

acaba ulasir mi dersin sana ?






















* bu da senin icin canim kardesim :

http://www.youtube.com/watch?v=5YXVMCHG-Nk

Pşşt barmen!

efenim aile buyuk olunca misafir eksik olmuyor, e tabi bas aşci olarak gorev bana dustu!
Pazar gunu yemek yapmak kadar guzel bisey var mi hem de gokkusagi altinda, belki vardir ama dun benim icin yoktu:)

menu soyle :

* Dugun corbasi (tavuk suyuyla)
* beef stroganoff
* tavuk sote (kırmızı et yemeyenler icin)
* Sade Pilav
* Rus Salatasi
* Yesil salata
* Havuc izgara (sarimsakli yogurt ile servis edilir)
* Kabak tatlisi

her zamanki gibi islem bicaklari bilemekle baslar. Malzeme et olunca keskin bicak sart bi de keskin olmayan bicagi ben neyleyim!

Et olarak Dana sokumu (beef rump steak) tercih ettim max %5 yagli, bu kesim daha cok biftek yapiminda kullanilir cokta lezzetlidir.

Etin kalinligina gore, iki uc kat olarak fleto olarak kesilir, daha sonra serit halinde etler dogranir. (seritlerin boyu tercihinize bagli). Seritler hazirlandiktan sonra duduklunun sepetine konur;15-20 dk buharla haslanir ( direkt suda haslamak hos olmuyor, tercih meselesi)



etler bir yandan haslanirken, firsattan istifade tavuklar hazirlanir.Tavuk tercihim kemiksiz but oldu, goguse gore daha yagli oldugu icin sote yaparken daha lezzetli oluyor. Tavuklar kuzbasi halinde dogranir, hazirda kaynayan suyun icine atilir, 10 dk yavas ateste haslanir (bu tavuk suyuyla corba yapilacak canim), daha sonra ayri bir tencereye alinir,. Diger tarafta vok ocagin uzerine konulur ve sogan ile sarimsak sote edilmeye baslanir. Tavuklarin uzerine istege balgi olarak cesitli soslar eklenebilir ben dark soy sauce tercih ettim, tavuklar bu sekilde tatlandirildiktan sonra, vokun icine eklenir. 10-15 dk soganlar ile sote edildikten sonra bir borcama aktarilir.  ve sogumasni diye firina konulur.



Tavuktaki pisirme yontemi izlenerek danalarda pisirilir. Fakat dana etinde sogan yerine kirmizi biber ve mantar konulur soteye, sote islemi bittikten sonra etler de firin kabina aktarilir ve ustu kasar peyniri ile kaplanarak 180 derece olan firinda 30 dk kadar tavukla birlikte pisirilir.



ha diceksin ki bu kadar yazdin servis etmeden once de fotograflarini cekseydin diye, maalesef olmadi 12 ac insana yetismek cok zor canim kardesim.

ama en guzel tarafi ne biliyor musun kardesim, yemek sonunda  silip supurulerek bos hale gelmis tabaklar :) yemegi pisiren icin en guzel tesekkur

afiyet olsun!  gelin beraber olsun :)


vivaaa bağımsız sinemaa!


film; ölüm ve sonrasının bilinmezliği ve ölümsüzlüğün bir bedeli olması üstüne kurulu.
kediyi merak öldürürmüş, bilinmeye karşı vardır topumuzun merakı.
tema ilgi çekici ve başarılı bu açıdan, kabul.
ancak kurgu ve akış için çok da başarılı diyemeyeceğim.
bu demek değildir ki film kötü, izlenmez, vakit kaybı.
gayet de merak icinde izlendi.

yarattığı hayal kırıklıklarını, yönetmen Korhan Uğur'un ilk uzun metraj filmi oldugunu gözardı etmeksizin değerlendirmeli.
adam oturmuş, güzel bir konu bulmuş, senaryolaştırmış, esprili diyaloglarla çeşitlendirmiş, yer yer germeye çalışmış, yer yer düşündürmeye.

en büyük kusuru bence ana konuyu çok derinlemesine işleyememiş, amacına yüzde yüz hizmet edememiş olması.
açık ve net şunu söyleyebilirim ki bu ve bunun gibi adamları daha iyi işler yapması için azıcık yüreklendirmekle de incilerimiz dökülmez.

az bütçeyle, çok kısa bir zamanda (15 gün) ortaya çıkan öldür beni, ayakta alkışlanası bir film değildir belki ama kutsal damacana gibi bir film için sinemaya giden insan topluluğuna çoktur bile.

"etrafımız boşluklarla doludur. tıpkı ruhumuz gibi. ve bu boşlukların nasıl dolacağına, insan, kendi karar verir."

ne mi dinlesek?


hafiften bir ian curtis havası yok değil ama dinlenesi adamlar.