naçizane, namıma yaraşır bir başlangıç yapmak adına seçtiğim bir konu ya da yazı değil bu.
tesadüflere inanmak isteyenler ve
tesadüflere aptallar inanır diyenler şeklinde ikiye bölündüğümüzü varsayacak olursak, üstüne üstlük benim gibi
işine ne gelirse onu savunan bir kesimi de
üçüncü diye araya sokuşturursak, ortada sıçanın şüphesiz ben ve benimgibimsiler olduğu da aleni.
geleceğim yer şu;
konseptimize denk düşen bir zaman diliminde tanıştım
beylerbeyi ile.
biraz tesadüftü, biraz değildi.
seçme hakkım ve özgürlüğüm vardı.
önümdeki
üç seçenek arasından eledim onu.
riskti belki ama ilk seferin günahı olmazdı.
kokusuna vuruldum.
burnumu ayıramadım uzunca bir süre.
tadını bilmek istiyordum ama, bazen merak süresini uzatıp kendime işkence etmeyi sevdiğimden olsa gerek, ilgimi dağıtacak gereksiz şeylere odaklandım bir süre.
ama insandık ve herşey bir yere kadardı.
ilk yudumu aldığım anda bir farkı olduğunu anladım.
anasonu ağzımda yağ gibi yayılıyordu.
aldığım yudumun kokusunu, burnumdan soluduğumda, burun deliklerim bayram ediyordu.
"birşeyi seveceksen, ne olduğunu bilerek sev" zihniyetine büyük sempati duydugumdan, araştırdım.
diğerlerinden farkı,
daha temiz daha saf hale gelmesi adına
üç kez distile edilmesi.
sen kalk, bağlardan kop gel,
şıra ol, tanklarda pastörizasyon- fermante- distilasyonlardan geç,
sumanı, anasonunu katsınlar,
alkollerin ayrıştırılsın,
bi daha distile edil, totalde 96 saat süren üretime tabi tutul,
elin hollandalısı şişeleni tasarlasın, rezil rüsva etsin,
buna rağmen hiçkimsenin umrunda bile olmasın tüm bunlar,
hopppp
üç kişi iki saatte dibini görsün.
eter-metil-propil kardeşleri çok sevdim. bundan sonra benim için
athos, porthos ve aramis 'ten farkları yok.
hamiş: şifreli bir merhaba yazdım lan, anlamayan varsa, ona şöyle sesleniyorum :
KRAL ÇIPLAK!